20. yüzyılda yaşamış, Hoca Cahit Gözkan gibi hem tasavvuf alanında hem mûsikî sanatında bir büyüğü yetiştiren Muhterem Ahmet Mükerrem Akıncı hocamızın; “Mûsikî, tezhîb-i ahlak ve i’tilâ-yı ruhun vâsıtasındandır” kelâm-ı kibarından; mûsikîmizin ahlakı süsleyen ve ruhu yükselten bir vesile olduğunu anlıyoruz. Peki bu derece hayra vesile olan bir sanat nereden zuhur etmiş olabilir?
Hz. Mevlânâ Mûsikîyi; Bezm-i elest’te Rabbimizin ruhlarımıza yönelttiği soru ve ruhlarımızın verdiği cevabı bu hadisenin sesi yahut dili olarak anlatmıştır. Bu şekilde mûsikîmizin kaynağının insan eliyle değil de kudsî bir kaynak olduğunu daha çarpıcı bir şekilde anlamaktayız. Hz. Mevlânâ bu düşünceden ötürü mûsikîyi “Elest bezminin âvâzesi” ve “Cennet kapılarının açılış sesi” olarak nitelemiştir. Diğer mûsikîlerin de bu gibi ilâhi kaynaktan geldiğinin örneklerini çoğaltabiliriz. Örneğin Orta Asya Türklerinin mûsikîyi “Yer tanrı ve gök tanrı ile iletişim yolu” amacıyla yapmaları da müziğin ilâhi bir kökenden geldiğini ayrıca belli etmektedir. Batı mûsikîsi ise köken itibari ile kilise müziğidir. Bu minvalde bizim mûsikîmizin ise cami ve tekke doğumlu olduğu artık takdir olunur sanıyorum.
Camiler ve tekkelerde doğan bu mûsikî tıpkı bir insan gibi değişen dünya ve zamanda, her daim kendini değiştirmek durumunda kalmaktadır. Çevredeki hususlar ayniyle kalmadığı için kendisi de isteyerek veya istemeyerek değişime razı gelir. Mûsikînin yetiştiği yapı, bünyesindeki icrâcılar, icrâ edildiği mekânlar gibi ortam ve insani faktörlerin birleşmesi ile zamanda ilerleyen bir değişim içindedir. Aslında temelinde insan olan bütün oluşumlar bu pencereden bakıldığında değişerek gelişen bir yapıya sahiptir.
Neyzen Niyazi Sayın hocamızın bir televizyon programındaki ifadesiyle “Hakkın lütuflarından bir nebze” olan sanatın her şubesi de oluştuğu, yaşadığı, geliştiği ortama ve içinden çıkan ustalara, ustaların o sanatı aktarımına, talebelerine göre şekillenip değişir. Bu yazı dizimizde sanatın büyük bir şubesi olan mûsikîmizi; yaşanılan dönemler içinde devlet politikası ve halk tercihleri ile nasıl, ne yönde ve ne kadar değişime uğradığını günümüze kadar anlatmak amacıyla konu konu, dönem dönem ele alacağız.
Yukarıda ifade edildiği unsurlarla sanatın şekillenmesi; eğer kaynağını ve geçmişteki üstadların katkılarını inkâr etmeyip bu hususları baz alarak, koruyarak ve üzerine kadime uygun güzellikler ilâve ederek ilerliyorsa “gelenekli” adını alıyor. Mûsikî sanatımız ise dünyada; kendi geleneği, köklü geçmişi, farklı hoca-talebe silsileleriyle oluşmuş çeşitli icrâ ekolleri, insanın halet-i rûhiyesine göre uygun sesleri olan gelenekli az sayıda büyük müzikten birisidir. Türk mûsikîsi; çok çeşitli sesleri barındıran makamlar, farklı ritimleri içeren usuller, âhenktâr sözleri içeren şiirler ve etkileyici icrâ biçimleri olmak üzere birbiriyle uyum içinde olan dört sac ayağından oluşmaktadır.
Kökeni itibariyle Orta Asya Türk devletlerimize dayanan bir mûsikî tarihimiz olsa da bahsettiğimiz sac ayaklarına sahip olan mûsikîmizin şu anki yapısına kavuşmaya başlama durumu Selçuklu devleti zamanında oluşmaya başlamıştır. Böylesi bir oluşuma Selçuklu devletine komşu olan Acemlerin çok köklü bir kültüre sahip olmasının olumlu etkisi vesile olmuştur. Selçuklu devletinin resmi dilinin Farsça olmasından anlaşılacağı üzere devlet kademelerinde bir Acem etkisi olduğu da ayrıca tahmin edilebilir. Devletin bu tercihine binaen devlet ve halk içinde icrâ edilen mûsikînin de pek tabii Acem etkisi ile harman olmuş bir müzik olması kaçınılmazdır. Osmanlı Devleti’nin kurulup her alanda kendine mahsus bir kalıp oluşturmaya çabalaması İstanbul’un fethiyle oluşan yeni bütünlüğe alışmasına kadar sürmüştür. Fetihten sonra yargı, yönetim, kanunlar, kurum ve kuruluşlar gibi alanlarda daha belirgin, net bir yapı kazanan devlet; İstanbul’da var olan çok yönlü mükemmel kültür hazinesini büyük bir sakinlik ve aklıselim düşünce ile alıp kendi potasında eritmeye başlamıştır. Bu vesile ile müzik konusunda Acemler ile çok fazla benzerlik ihtiva eden Türk mûsikîsi bu etkiyi yavaş yavaş azaltıp kendi vücudunu bulmaya, özgün yapısını oluşturmaya başlamıştır.
Müziğimizin oluşumunda, devamlılığında ve çeşitli evrelerden geçerek bugüne gelmesinde dönem insanlarının müziğimizi kabul görüp benimsemesi ve müziğe hamilik eden devletlerimizin bakış açıları; müziğimizin kaderini, yaşam sahasını belirlemiştir. Mûsikîmizin konumu devlet ve insanların tercihiyle birlikte yaşanılan dönemin şartlarına göre değişiklik göstermiştir. Yazı dizimizin bir sonraki bölümünde müziğimizin Osmanlı devletindeki gelişimi ile devletin yönünü çoğu alanda batıya çevirerek kendini batıya göre revize etme çabasıyla mûsikîmizin nasıl bir konuma geldiğini anlatacağız. Hayırla, sağlıkla kalın.

Yazı dizisi için tasarladığımız bu kolaj çalışması geçmişten bugüne hem yaptıkları besteler ve icrâlar ile mûsikîmizin etkili bir şekilde var olup devamına hem de yetiştirdikleri talebeler sayesinde mûsikîmizin sağlam bir şekilde aktarımına vesile bazı bestekâr ve icrâcı hocalarımız ile şu anki nota sistemimiz hariç geçmişten bugüne kullandığımız nota sistemleri bulunmaktadır. Fikri bana ait olan bu çalışmanın tasarımı birâderim Konya’da Mimarlık öğrencisi Muhammed Salih Yurdagül’e aittir. Bütün bestekâr ve icrâcı hocalarımızı bir görsele sığmayacak kadar çok olması bizi mutlu ettiği kadar uzun uzun düşündürüp seçim için zorlamıştır. Kolajda bulunamayan hocalarımıza bir sûi-kast’ımızın olmadığını samimiyetle beyan ederiz.
Bestekâr ve icrâcılar sırasıyla: Buhûrizâde Mustafa Itrî Efendi – Hammâmizâde İsmâil Dede Efendi – Zekâî Dede Efendi – Muallim İsmâîl Hakkı Bey – Tanbûrî Cemil Bey – Münir Nurettin Selçuk – Niyazi Sayın – Cinuçen Tanrıkorur – Bekir Sıtkı Sezgin – Kâni Karaca.
Nota sistemleri sırasıyla: Safiyyüddin Notası – Ebced Notası – Ali Ufkî Notası – Kantemiroğlu Notası – Hamparsum Notası.
Perdesiz Bağımsız Türk Musikisi Dergisi’nde yayınlanan tüm yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.