Enver Mete Aslan ile Özel Röportaj

Bedirhan BÜYÜKDUMAN

Fotoğraf: Esra ASLAN

Günümüz Türk müziği orkestralarında kendisine neredeyse hiç yer bulamayan bir çalgı… İstanbul Lâvtası… Unutulmaya yüz tutmuş bu çalgıyı tarihin tozlu sayfalarından çıkartmayı görev edinmiş olan Doç. Enver Mete Aslan ile müzisyenlik, bestekârlık, akademisyenlik ve yöneticilik üzerine bir röportaj gerçekleştirdik…

Kısaca müzikle tanışma hikayenizi ve bu hikâyenin günümüze gelene kadar nasıl geliştiğini anlatır mısınız?

– Müzik ile tanışmam 92-93 yıllarına rastlar. İzmit Belediye Konservatuvarı’nın nitelikli öğretmenleri ile bu yıllarda tanıştım. Annemin yönlendirmesi ile ud sınıfına yazılmıştım. Çok değerli Şahin Ecevit ilk ud öğretmenim oldu. Çok şey öğrendim kendisinden. Sonrasında Mehmet Emin Bitmez’in İzmit’e derse gelmesi ile 2 yıl boyunca da kendisi ile çalışma fırsatım oldu. 1997 yılı geldiğinde üniversite için Ege Üniversitesi, Devlet Türk Musikisi Konservatuvarı’nın Çalgı Yapım Bölümüne devam ettim, bir yıl sonra da İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’nın Kompozisyon Bölümü’nü kazanarak Prof. Mutlu Torun, Prof. Selahaddin İçli, Yavuz Özüstün, Emin Sabitoğlu, Faris Akarsu, Nail Yavuzoğlu gibi değeri öğretmenlerim ile aynı çatı altında birlikte olma fırsatı yakaladım. Bu süreçte pek çok sahne projesinde çeşitli sanatçılar ile birlikte müzik çalışmaları yaparken 2004 yılında lisans eğitiminin bitmesi ile yüksek lisans öğrenimime başladım ve ardından sanatta yeterlik geldi. 2006 ile 2013 arasındaki süreçte Haliç Üniversitesi konservatuvarda dersler verdim ve müzik çalışmalarım da kesintisiz devam etti. 2013 yılında İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı’nda misafir öğretim görevlisi olarak üç yıl görev yaptım. 2016 yılında ise Kocaeli Üniversitesi Devlet Konservatuvarı, Türk Müziği Bölümü’nde öğretim üyesi olarak göreve başladım.

Aynı zamanda bir udisiniz ancak günümüz orkestralarında görmeye alışkın olmadığımız İstanbul Lâvtası üzerine çalışmalarınız var. Bu alana yoğunlaşma sebebiniz neydi?

– Evet, nadir görülen bir çalgı. Hatta unutulmaya yüz tutmuş diyebiliriz. İstanbul Kültür Başkenti projeleri kapsamında sevgili ağabeyim tanburi Hakan Talu’nun teşviki ile bir sahne projesinde icra etmek üzere lavtaya yakınlaştım. Ardından gelişen süreçte uda yakınlığı sebebiyle ilerleme pek de zor olmadı diyebilirim. Haliç Üniversitesi’nde dersini vermeye başladım. Metodun yazımı da bu zamanlara denk gelir. Çeşitli yurtiçi ve yurt dışı seminerler, resitaller derken İstanbul Lavtası Metodu ve en son olarak İstanbul Lavtası isimli albüm ile icrayı bugünlere taşıdım.

Bu yıl içerisinde İstanbul Lâvtası Metodu isimli bir metot yayınladınız. Metodunuzun gelişim aşamasını anlatır mısınız? Türk müziği literatüründe bulunan lavta metodu eksikliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

– Bu çalışma Haliç Üniversitesi Konservatuvarında çalıştığım öğrencilerim ile birlikte yaptığımız dersler tecrübesinde oluştu diyebilirim. O dönemde alıştırma ve etütler metodolojik bir yöntem çerçevesinde tekrar düzenlendi. O dönemde en büyük şansımın Prof. Mutlu Torun olduğunu belirtmek isterim. Hocam ile birlikte görev yapıyorduk ve aynı zamanda İstanbul Lavtası üzerine yaptığım sanatta yeterlik öğrenimde hocam ve tez danışmanımdı. Lâvta derslerimin metoda dönüşmesi konusunun Mutlu Torun’un akademik ve entelektüel bakışı sayesinde olduğunu söylemek isterim. Yazılı kaynak eksikliğinin yoğun olduğu bir alan Türk Müziği. Bir nebze de olsa katkı sağlamak gurur verici.

“Müzik Yazmanın Daha Kalıcı Olduğunu Derinlemesine Hissettim”

Pandemi döneminde kayıtlarını sizin gerçekleştirdiğiniz ve oluşumu tamamen size ait olan “İstanbul Lâvtası” isimli bir albümünüzü dinledik. Çalışmalarınızı göz önünde bulundurduğumuzda üretimlerinizle ulaşmak istediğiniz nokta nedir?

– Bu çalışmada sadece İstanbul Lâvtasını duyurmak istedim. Başrolde İstanbul Lâvtası var. 5 veya 6 kanal çaldığım müzikler var. Eşlik olarak bir kontrbas ve bir parçada yine kendi çaldığım vurmalı çalgı mevcut. Bestelerin de hepsi bana ait. Hatta ilk parça olan ve albüme de adını veren İstanbul Lâvtası isimli parçanın bestelenişi sanatta yeterlik tezinde bulunan bir lâvta müziğiydi. Bu albümdeki tüm parçalar tamamen İstanbul Lâvtası düşünülerek çalgı için yazılmış müzikleridir. Türk Müziğinde çok nadir görülen çalgıya özel besteler konusu burada öne çıkıyor. Şerif Muhiddin Targan’ı da ud için bestelediği solistlik eserleri konusunda bir defa daha rahmetle anmak isterim. Sorunuzun devamına gelirsem… Bestecilik konusunu artık ön planda tutmak istiyorum. Sanırım müzik yazmanın müzik çalmaktan daha kalıcı olduğunu derinlemesine hissettim.

Sizinle en yakın bağa sahip öğrencileriniz… Onların İstanbul Lâvtası hakkında görüşleri nelerdir? Bu enstrüman hakkında onlardan nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?

– Metodun okuyucuya sunulmasının ardından İrlanda’dan Amerika’ya, Yunanistan’dan İngiltere’ye kadar pek çok ülkeden tebrik ve teşekkür aldım. Türkiye içinde de pek çok öğrencinin kitapla ilgili teknik ve müzikal soruları ile karşılaştım. Udiler ve tanburiler çalgılarının yanında İstanbul Lâvtasına da yönelmeye başladığını pek çok defa bildirdiler. Kocaeli Üniversitesi, Devlet Konservatuvarı, Türk Müziği ses eğitimi öğrencilerine de yardımcı çalgı olarak bu yıl İstanbul Lâvtası öğretiyoruz.

Tezlerinizde ve makalelerinizde bahsediyorsunuz fakat okuyucularınız için merak uyandırmasını saptamak adına İstanbul Lâvtası’nın geçmiş ustaları denince kimleri zikretmek gerekir?

– Tanbûri Cemil Bey öncesi için ses kayıtlarına ulaşmak mümkün değil. Cemil Bey’in Lavta icrası için de elimizde sadece iki tane taksimi mevcut. Daha öncesinde Lavtacı Hristo, Lavtacı Andon, Civan Ağa, Lambo Efendi ve merhum TRT sanatçısı Kenan Şavklı’yı anmak gerekir.

İstanbul Lâvtası’nın bugünü ve geleceği hakkında neler söylemek istersiniz?

– Biraz daha süreye ihtiyacımız var. Metodun yazımı sonrasında çalgının üniversal düzeyde eğitiminin verilmesi, metodolojisinin ve müfredatının üniversiteler tarafından oluşturulması ve devamında yetkin icracı ve akademisyenlerin yetişmesi ile olmazsa olmazı İstanbul Lâvtası için yazılı yayınların çoğalmasını umuyorum.

Biraz da yönetici kimliğinizden bahsedelim. 2016 yılında Kocaeli Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda başladığınız akademisyenlik görevinize 2018’den beri Konservatuvar Müdürü olarak devam ediyorsunuz. Bu süreç hakkında bilgi verir misiniz?

– Bir devlet konservatuvarının nasıl olması gerektiği hususunda hem kendi öğrencilik dönemimden hem de çalışma hayatımdan edindiğim tecrübeleri harmanlayarak atandığım günden bu yana hem müzikal hem de teknik konuları uygulamaya sokmaya çalıştım ve çalışıyorum. Bilinçli ve yetkin kadro ile başaramayacağınız bir husus olamaz. Biz de kişisel yetkinliklerimizi ortak bilinç ile bina etmeye çalışıyoruz.

Peki Konservatuvar Müdürü olarak kurumunuz adına nasıl bir misyon gözettiniz?

– Üniversitenin bölge halkı ile bütünleşmesi gerekir. Nasıl ki tıp fakültesi çevre halkına hastanesi ile hizmet eder, konservatuvar da yaptığı etkinlikleri bölgenin hizmetine sunduğu takdirde öğrencilere ek olarak halkın kültür sanat gelişimine katkıda bulunursa gerçek bir yüksek öğretim kurumu olma niteliğini elde eder.

Röportajımızı bitirirken, kendinizi bir müzisyen olarak mı tanımlarsınız, yoksa bir akademisyen mi?

– Her ikisi de… Müzisyen olarak düşündüğüm veya düşünmem gereken anlar ile akademisyen olarak düşündüğüm veya düşünmem gereken anlar var. Aslolan entelektüel tavrı yakalamaktır. Hangi anda hangi yöntem ile bakılacağının sırrı entelektüelitede saklıdır.

Perdesiz Bağımsız Türk Musikisi Dergisi’nde yayınlanan tüm yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.