Gelenek -Elden- Gidiyor Mu?

Muhammed Salih Yurdagül

Sanat, her şeyden önce bir biçim; bir ifade biçimi. Anlatılmak istenen mana ile insanlar arasında, ancak ikisiyle de derinden ilintili. Bu anlamda sanat, hem manaya ilişkin biçimler ve biçimleri kurgulayan araçlar hem de bu sürecin kendisi… Temelde sanatı bu noktadan –en alt düzeyden- görmek mümkün.

Toplumların ve toplulukların, dünyayı ve insanı, anlama ve anlamlandırma yolunda kimi zaman net kimi zaman muğlak sınırlara sahip düşünme ve ifade etme biçimleridir bir yerde de. Her şeyden önce de muhatabına, çağına ait ve ona dair ifadeler üretir. İnançlarımız, yaşantılarımız, kurduğumuz ilişkiler aslında hepsi bir bütün ve manalı bir hayat oluşturma gayretini barındırıyor. Sanat ise bu hayatın manasına ilişkin ifadeyi yine o günün insanına anlatıyor.

Ve diğer bir temel de insan hayatı gibi sanatın da bir süreç içerisinde cereyan ettiğidir.

Başta bu çerçeve içinde, toplumların kabulleri doğrultusunca oluşturulmuş ve yüzyıllardır aktarılan, değişen ve kimi zaman yok olmaya mahkûm olmuş sanatlar var. Türk Milleti olarak -pek çok alanda olduğu gibi- müzik alanında nev-i şahsına münhasır bir sanat alanımız bulunuyor. Tarihte bir geleneğe -zaman içinde bir millete, bağlama, kültüre- ait müzik, çok az sayıda vardır. Onları tarif etmek bu yazının haddini fazlasıyla aşar. Aynı çatı altında toplanan farklı coğrafyalardan kimselerin birbiri üzerine eklemlenerek ve hatta kendi içinde de çeşitlenerek gelen bir süreçten bahsediyoruz.

Başta da ifade ettiğimiz gibi Sanat, manaya ilişkin olup bir ifade biçimi sunuyor bizlere. Türk Müziği, kendi inançları ve yaşamları doğrultusunda var olabilmiş bir millete has bir müzikse ifade ettiği şey, yine o milletin kendisi, inancı ve yaşamıdır. Ancak biliyoruz ki Türk Milletinin tarihi, farklı coğrafyalar, kültürler, topluluklar ve daha nice şeylerle dolu. Kronolojik bir sıradan çok, aynı anda farklı yönlerde çeşitlenmesinin sebebi de bu yüzdendir. Fakat yine de kronolojik bir sıra takip etmek istersek birçok değişimin sanatı da beraberinde değiştirdiğini görebiliriz. Bilimsel çalışmalar, temelde İslam bilimleriyle oluşturulan yönler veya yöntemler sanatı da dönüştürüyor. Aslında bunu basitçe ifade etmek istesek: “Bilim hayatın manasını bilmeyi, sanat ise onu ifade etmeyi öğretir.” diyebiliriz.

Bu süreç içerisinde yine tanık oluyoruz ki sanat, değişen bilim ve düşünceler doğrultusunda da değişiyor, gününe hizmet ediyordu (Bugünkü estetize edilmiş sesler dokusunun dışında düşünmek gerek biraz). Bu pek tabii müziğin de konumunu, ifade etme biçimlerini ve araçlarını değiştiriyordu.

Ancak sonrasında, bu uzun çeşitlenme, yenilenme süreci bir noktaya kadar devam etti. Bu noktayı zamanda ve mekânda “işte budur!” şeklinde keskin bir tarif koymak mümkün değil ama Avrupa’da oluşan çeşitli dönüşümler, bilimler ve üretimler sonucu ortaya çıkan her şey dünyaya yayılmaya başladı. Bu yayılmanın sebebi olan, Avrupa, gücünü de yine bu üretimlerden alıyor; ürettikçe güçleniyor, güçlendikçe dünyaya yaymaya devam ediyordu. Bu aslında üretimleriyle ve anlayışlarıyla bir kültür yayılmasıdır bir noktada. İşte tam da bu noktada, başlarda (Osmanlı’nın son zamanlarına tekabül ediyor) Avrupa; özellikle Fransız sanatı, anlayışı ve üretimi, sonrasında da (Cumhuriyet sonrası…) Alman sanatı, anlayışı ve üretimi bu topraklarda yer buluyor. Yayılan kültür ile kültürümüzün karşı karşıya kalması aslında bir kültür çarpışmasına sebep oluyor.

Çağdaşlaşmak kisvesi altında başka kültürleri tercih edenler bir tarafta iken kendi kültürümüze ait sanatımız (müziğimiz) diğer tarafta kalıyor. Başta Saray içinde varlık gösteren geçmişten günümüze değerlerimizi taşıyarak gelen müzik, karşısında farklı (biraz da can sıkıcı) sesler duymaya başlıyor. Çağdaş olmayı Avrupalı olmak zannederek düştüğümüz hata sonucu ise Türk Müziği bir duraklama evresine geçiyor. Sarayda etkileri azalarak devam ederken dışarıda -günümüz tabiriyle- entelektüel kimseler bu müziği devam ettirmeye çaba gösteriyor. Müziğimiz meşklerle, talimlerle dışarıda kendi hayatını sürdürmekte iken Cumhuriyet sonrasında da bu ithal müzik, halk içine doğru hareket ediyor. Öyle ki İstiklal Marşımızı bile istiklalimizi ellerinden aldığımız milletlerin müziği ile okuyoruz.

Hal böyle iken müziğimiz, kendini en sonunda koruma noktasına çekiyor. Anlayış, üretim, değişim ve çeşitlenme dediğimiz unsurlar şöyle dursun; gelenekten gelen her şeyi saklama ve korumaya geçiyoruz. Tabii ki de bu genellemeler, istisnaları dışarıda tutuyor.

Avrupa’da cereyan eden düşsel fikirler, ideolojik yaklaşımlar, Türk topraklarında neredeyse 10-15 yıl gecikmeyle neşvünema buluyor. Söz gelimi, bir yandan post-modernizm gibi çeşitli hülyaları yaşamakta olan Avrupa karşısında hala modernizmin götürüleriyle uğraşmaktayız.

Bu evrede tekrar müziğimize dair elimizde ne kalmış diye baktığımızda ise birkaç saygıdeğer hoca, gelmekte olan müziğin değerini bilen birkaç insan topluluğu. Üretim, neredeyse sıfır noktasında. Elbette bunun sebepleri aslında yukarıda sıraladığımız kronolojik sebeplerden müteşekkil. Dönem içinde korumaya dair çabalar o kadar yüksek ki sanatın asıl işlevi olan ifade eden biçimler oluşturma gücü ve iştiyakı çok azalıyor. Bunu, niceliksel anlamda çok sayıda eser üretmek olarak düşünmek hatalı bir yaklaşım olur. Dönem içinde, dönemin insanlarına anlatmak istediği manaya ilişkin bir sanat üretiminin ol(a)mayışı; bugünkü biçimde takılı kalan gelenekselciliğimizi açıklıyor. Aslolan manayı koruyup biçimi açık uçlu bırakmaktır. Çünkü mananın kutsal tarafı sabit kalır iken insanlar ve toplumlar her an değişiyor.

İmdi bir noktadayız ki elimizde manaya ilişkin her şey tükenmiş bir noktada. Biçimlerimizi, kalıplarımızı elimizde kaldığı haliyle korumak için çaba sarf ediyoruz. Biliyoruz ki bu korumayı da geçip biçime de zarar verebilen insanlar da mevcut. Bunların bir kenarda tutarak geleneğimize tekrar dönüp bakacak olursak eğer gelenek içinde biçimin sürekli değişime uğradığını görebilmek de mümkün. Müziğimizde temel taşları koyan nadide insanların o gün, dönemin o şartlarında  biçimi korumak pahasına bir şeyleri olduğu haliyle bıraksaydı bugün başka bir müziği konuşur olurduk. Mesele salt biçimi koruyarak ve insanların bu biçimi idrak edebilecek seviyeye gelmesini bekleyerek vakit geçirmek olmamalı. Belki de “akmakta olan bir akarsudan elde edilecek su gibi” yeni ifadeler, biçimler oluşturmak gereklidir. Akarsuyun kaynağı bizim için ifade edilmeye değer manaların bütünü aslında. Mesele, oradan gelip de bir kenarda birikmek ve bulanmak zorunda bırakılmış gölcükleri temizlemek ve yeniden suyun yatağını bulmayı sağlamak olmalı. Ayrıca “gelenek” bir yerden gelmeyi ifade ettiği gibi bir yere doğru da gidebilmeyi ifade ediyor, akarsuyun da bir yere aktığı gibi. Suyun yatağını bulmasını sağlamak da suyun akmaya devam etmesini sağlayacaktır. İşte o zaman kuru gelenekselcilik yerine bir yerden gelip bir yere gitmekte olan geleneğimizi ve sanatımızı canlandırabiliriz.

Perdesiz Bağımsız Türk Musikisi Dergisi’nde yayınlanan tüm yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.