Evveliyatı kendiyle hâsıl olan Türk edebiyatı bünyesinde deneme, şiir, roman gibi alanlarda rüştünü ispat etmiş olan birçok yazar, kendisini yalnızca yazın alanıyla sınırlamamış; sanatın birçok alanına yönelik de çeşitli zevkler geliştirmiştir. Elbette ki musiki de bu sanatlar içerisinde geniş bir yere sahiptir. Tüm edebiyatçılar, sanatçı olmalarından mütevellit olsa gerek, iyi de birer musikişinastırlar. Ancak içlerinden birisi var ki, tüm bunlara rağmen bir musikişinas olduğunu reddedecek bir tevazuuya sahiptir… Ahmet Hamdi Tanpınar…

Bizlere her zaman edebiyatçı kimliğiyle anlatılan Tanpınar, musiki konusunda çeşitli dergi ve gazetelerde yazdığı yazılarıyla zaman zaman müzikolog kimliğini ön plâna çıkarır ve dönemin müzik zevki hakkında bize fikirler verir. Türk müziğine olan hayranlığına aşina olduğumuz Tanpınar, 1941 yılında kaleme aldığı bir yazısında Osmanlı dönemindeki müzik zevkinden erken Cumhuriyet yıllarındaki musiki inkılabına kadar uzanan bir tarihsel yolculukta kendi fikirlerini açık etmekten çekinmez. Örneğin O’na göre Türk musikisinde baş gösteren kalite kaybı gramofon ve radyolar ile müziğin bir tüketim unsuru hâline gelmesine ve tabii ki müziğin başsız bırakılmasına bağlıdır. “Kendisiyle meşgul olacak, sanatkârını yetiştirecek, zevk seviyesini muayyen bir hadde tutacak bir müesseseden ve himayeden mahrum olan her san’at için bu âkıbet tabiîdir,” diyerek devletin Türk musikisine yönelik tutumuna da ufak bir eleştiri getiren Tanpınar, bu suça erken Cumhuriyet dönemi hükümetlerini ve sanat politikalarını da dâhil eder.
Ziya Gökalp’in fikirleri ışığında geliştirilen ve Cumhuriyet aydınları tarafından kolayca kabullenilen, Türk müziğini Batılı standartlara uydurma girişimleri olarak tanımlayabileceğimiz musiki inkılabına da değinen Tanpınar, meşk usulü ile oldukça zor şartlar ile 20. yüzyıla dek getirilebilmiş olan Türk musikisinin bu yüzyıl içerisinde “bayağı, bize yabancı, zevksiz” gibi ithamlara maruz bırakıldığını ve ardından “tabiatının zıddı olan şeyleri” ondan beklediğimizi söyleyerek kendine has üslubu ile dönemin alaturka-alafranga tartışmalarına dâhil olur. O’na göre bu süreç ile, “zevkimizin öz kaynaklarından birini teşkil eden bir san’at ve an’aneden bugünkü hale, yani mutlak bir umutsuzluğa pek yakın olan bir merhalenin hududuna geldik.”
Öyle ki Ne İçindeyim Zamanın, Zaman Kırıntıları gibi şiirlerin şairi; Beş Şehir, Huzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü gibi eserlerin yazarı Ahmet Hamdi Tanpınar, yine o engin ve naif üslubunu kullanarak yüzünü musiki alanına çevirmiş ve adeta yitip giden sevdiğinin ardından yaktığı ağıtında musiki zevkinin tüm bu yapılanlar ile “günden güne mahiyetini değiştirdiği”ni çığlık çığlığa dile getirmiştir. Türk musikisine olan hayranlığını “Türk ruhu hiçbir san’atta bu kadar serbest surette kendisi olmamış, bu kadar derin ve yüksek kemale mutlak bir hamle ile erişmemiştir. O ne büyük ibda’dır; o ne zenginliktir,” sözleriyle anlatan ve kendisini bir musikişinas olarak görmeyen Tanpınar, sizce haklı mıdır? Böylesine bir eleştirel yazıyı tarihsel bir düzleme oturtup da yazmak musikişinas olmayan bir zât için mümkün müdür? En azından musiki tarihine tuttuğu bu kadarcık ışıktan hareketle bile kendisine iyi bir musikişinas desek kendisini üzer, haddimizi aşar mıyız?
Perdesiz Bağımsız Türk Musikisi Dergisi’nde yayınlanan tüm yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.