Bolero, Clair de Lune ve Peşrevler: Karşılaştırmalı Bir İnceleme

Gülnihal DÖNMEZ

Müzik eğitimime yaklaşık 10 yıl önce klasik kemençeyle başladım ve halen devam etmekteyim. Bu süre zarfında hem sazımda belli bir seviyeye gelebilmek için hem de çevremde yalnızca Türk Müziği ortamı olduğu için sadece Türk Müziği’yle meşgul oldum. Batı Müziğiyle tanışmam ise Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat Tasarım Fakültesi’nde eğitime başladığım 2019 yılından sonra oldu. Batı Müziği’ne dair yeni şeyler öğrendikçe, dinledikçe Türk müziği ile gayriihtiyari karşılaştırmalar da kendiliğinden başlamış oldu. Bu yazıda, ilgimi çeken iki Batı Müziği örneğini incelemek ve tabi ki nihayetinde kendi alanımla da kurduğum bağlardan bahsetmek istiyorum. Ayrıca baştan belirtmeliyim ki akademik bir karşılaştırma olmayacağı için karşılaştırma nasıl yapılır, işin doğrusu şudur gibi tavsiyelerde bulunmak niyetinde değilim.

Avrupa için yeni çağ olan 19. yy.’a ait müzik eserlerini dinlemekten çok hoşlanmıyor olsam da çok sevdiğim bazı istisnalar yok değil. Bu dönem eserlerinden iki tanesi gerçekten ilgimi çekti. Bunlardan ilki Claude Debussy’nin “Clair de Lune”, ikincisi ise Maurice Ravel’in “Bolero” isimliparçaları. Bu besteciler aslında kendilerinin izlenimci olarak anılmasını istemeseler de tarihte böyle anılırlar. Mesela Ravel hakkında okudum ki kendisini izlenimci olarak hiç nitelendirmemiş ve zaten izlenimciliğe olan ilgisi de çok uzun sürmemiş.

İzlenimcilik akımı ilk olarak resimde ortaya çıkmış bir akımdır ve izlenimci ressamların ilgilendiği konu doğadır, doğayı betimlerler. Ve ilginç bir tesadüftür ki bu ressamlardan, özellikle Claude Monet’in resimleri benim ayrıca ilgimi çekmiştir. Artık isim benzerliğinden dolayı mı yoksa fikir ve amaçları bir olduğundan mı bilemiyorum; Claude Debussy’nin Clair de Lune isimli parçası, tıpkı C. Monet’in tabloları gibi çok hoşuma gitti. Ve gerçekten eseri dinlerken, C. Monet’in doğa betimlemelerinin içinde hissettim kendimi. Eserin havasındaki hafifliği, yalınlığı, neşeyi, yumuşaklığı, küçük küçük hüznü ve hemen ardından verdiği huzuru hissettim. Monotonluk hiç sezmediğim gibi ressamlar nasıl doğayı ilham kaynağı olarak alıyorsa bestecilerin de ilham kaynağı olarak alabildiği ve sonuçlarının güzel olduğu görüşündeyim. Ayrıca izlenimci ressamların şöyle bir özelliği vardır. Resimlerinde keskin renk geçişleri yapmazlar, yumuşak tonlarla geçişi gerçekleştirirler; burada da eserin hafifliği ve yumuşaklığını düşününce ressamların bu tekniğini bana çağrıştırmış oldu.

Debussy hakkında şöyle bir cümle söylenir, “Her parçayla müzikal bir resim oluşturan Debussy, yorumcu ve dinleyicinin kendi resimlerini oluşturmaları için bazı parçaların başlığını sona yazmıştır.” Kesinlikle çok doğru olduğunu düşünüyorum, bu parça da onlardan biri olsa gerek.

Maurice Ravel’in parçasında ise benim dikkatimi çeken nokta, enstrüman sololarına uzunca bir süre yer verilmiş olmasıydı. Bu sololarda, gittikçe büyüyen ve tekrarlanan melodiler ister istemez kulağımıza takılıyor. Fakat bu durum, parçayı monotonluğa sürüklemek yerine, tam tersine daha etkili bir hava katmış oluyor.

Özellikle asıl ilgi çekici kısım ise solo enstrümanlarından nefeslileri tercih etmesi, yani benzer tınıda olanları seçmiş olmasıydı. Burada biraz da Uzakdoğu müziklerini andıran bir hava oluşuyor. Bu sebepten kaydın sonunu çok merakla bekledim. Ama beklediğim son değildi. Sona yaklaştıkça nefesli çalgılara kemanlar da eklendi. Orkestranın giderek güçlenmesi ve arkadaki ritimlerin de güçlenmesi, esere marş varî bir hava kattı. Bu sebepten sonlara doğru artan gerilimden hoşlanmadım. Bir diğer göze çarpan nokta parçanın temelinde olan trampetlerin, iki ölçülük sabit bir ritim kalıbını eser boyunca hissettirmiş olmalarıydı. Bu yüzden eseri güçlü kılan unsurlardan biri belki de en önemlisi trampetlerin varlığı olduğu kanaatindeyim.  

Peki, bu iki parçaya şöyle uzaktan bir bakalım. Bolero’ya bakınca, 9/8’lik başlayan ölçünün hiç değişmediğini, sonuna kadar böyle devam ettiğini ve her solonun aynı melodi tekrarıyla bittiğini görürüz. Ne çok yavaş ne de çok hızlı bir temposu var. Debussy’nin eserinde de yavaş başlayan parça gerektiği yerlerde güçleniyor ve tekrar ilk sakinliğine dönerek bitiyor. Ölçüde de hiçbir değişim olmadığı gibi, farklı bir tona modülasyondan sonra tekrar ana tona dönülüyor. 

Bu iki parçayı kendi alanımla nasıl ve nereden ilişkilendirebilirim diye düşündüğümde, fonksiyon olarak çaldığımız peşrev formundaki saz eserleriyle biraz benzeştiğini gördüm. Benzeşmeyen yönlerden biri usulleridir ki peşrev 3/4’lük 4/4’lük gibi küçük ölçülerle başlamaz, kökleri bu küçük usullere dayansa da gelenek olarak büyük usuller (28/4, 24/4, 32/4 vb.) tercih edilir. Bolero’da trampetlerin ritmi sürekli duyurması gibi, peşrevlerde ise kudüm veya bendir (vd.) aynı işlevi görür. Benzerliklerinden biri ise her eserde olduğu gibi burada da nüanslar gösterilir, bunun yanında temposunda bazı değişiklikler olabilir. Fakat bu gelenekselleşmiş bir durum değildir. Necdet Yaşar, Niyazi Sayın, İhsan Özgen gibi hocalarımızla şekillenen bir yorum olarak, peşrev icrasında ritim enstrümanı olmaksızın yavaşlanmalara ve hızlanmalara yer verilir. Diğer taraftan örneğin bir fasıl peşrevinde veya koro icrasında tabi ki böyle bir tempo değişimi söz konusu olmadığı gibi trampetlerin görevini, icra türüne göre kudüm, tef, daire veya bendir görür. Yukarıda sözü edilen parçalarda nasıl modülasyon yapılmışsa, peşrevlerde de gereken geçkiler yapılır. Artı olarak peşrevlerde her haneden sonra teslim (nakarat) çalınır. Yukarıda da söylediğim, Bolero parçasında soloların aynı melodiyle bitirmesi, belki peşrevdeki teslimlerle aynı amaçta yapılmamış olsa da, bu şekilde küçük bir benzerlik kurulabilir.  

Elbette farklı coğrafyaların müzik kültürlerinde birbirlerini tam anlamıyla karşılayan formlar bulmak pek olası değildir. Nasıl kültürler ve içerikleri farklılık gösteriyorsa müzikler ve içerikleri de farklılık gösterir. Ve nasıl ki kültürler arası etkileşim oluyorsa, bu durum müzikte de geçerlidir. Bütün müzik kültürleri arasında etkileşim olasıdır. Bu konuda pek çok örnek verebiliriz. Klasik dönemin büyüklerinden Mozart’ın ünlü eseri Saraydan Kız Kaçırma operası da doğu etkisi altında kalmış bir beste olarak bilinir. Bunun yanında Çin, Japon, İran gibi ülkelerin müzik kültürleri de ilgi çekmiş ve başka kültürden müzisyenlere ilham kaynağı olmuştur. Bunun bir örneği de konumuz olan bestecilerden Debussy ve Ravel, Uzakdoğu müziğinden etkilenmiş ve o kültürün ses dizileri eserlerine yansımıştır.

Perdesiz Bağımsız Türk Musikisi Dergisi’nde yayınlanan tüm yazıların içeriğinden yazarları sorumludur.