Adnan Saygun ve Çok Sesli Halk Türküleri

İkbal EFE SÜZEN

Ahmet Adnan Saygun. Asla tek başına yankılanmaz ismi bir müzikoloğun zihninde. Dört ampülü daha yakar enerjisi: Cemal Reşit Rey, Hasan Ferit Alnar, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin. Cumhuriyet sonrası Türk müziğinin meşhur beşlisi. Müziğimizi “özde ulusal, yöntem ve teknikte çağdaş, nitelikte evrensel” bir hale getirmek maksadı ile, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde yola çıkarak devletin sağladığı burslarla yurt dışında eğitim almış ve sonrasında ülkelerine dönüp çalışmalara koyulmuş “Türk Beşleri”. Grup halinde çalışmasalar dahi Rusya rol model alınarak yapılan müzik devriminde “Rus Beşleri”ne gönderme yapılarak bu isimle anılırlar sıklıkla.

Saygun’un yurt dışı eğitim uygulamasında Paris düşer bahtına. Schola Cantorum’da eğitimini tamamlayarak 1931 yılında Türkiye’ye dönüş yapar ve ilk Türk operası (Özsoy Operası), ilk Türk balesi (Bir Orman Masalı), ilk Türk oratoryosu (Yunus Emre Oratoryosu) başta olmak üzere pek çok ilke imza atar. Kendisi de ilk devlet sanatçısı ünvanına layık görülen Saygun, bestekar kimliğinin yanısıra etnomüzikolog, eğitimci, düşünür ve yazardır. Nitekim kayıtlı 73 opusuna ek olarak, “Türk Halk Musikisinde Pentotnizim”, “Halkevlerinde Musiki”, ”Yalan (Sanat Konuşmaları)”, “Töresel Musiki”, “Atatürk ve Musiki: O’nunla Birlikte, O’ndan Sonra” gibi eserler vermiş, Türk halk müziğini araştırmak üzere Türkiye’ye gelen Bela Bartok ile alan çalışmasına katılmıştır. Yurtdışında halk müziği üzerine yapılan konferanslara katılan Saygun, International Folk Music Council’in bir üyesi olma şerefine de nail olur.

“Ulusal müziğe giden yolda ‘halk türküleri’ bize en iyi kılavuzdur. Onlardan yararlanmamız gerekir. Bu da türküleri armonilemek, üzerlerinde genişlemesine bir çalışma yapmakla elde edilir” düşüncesini benimseyen Saygun’un daha ilk yıllarından itibaren Anadolu türküleri üzerine çalışmalar yaptığını görürüz. Eserlerini daha ziyade modal bir temele oturtur; makamı ise ‘renk’ olarak tampere sistem içinde kullanır. “Nerede pentatonizm varsa oradakiler Türktür” konulu bir tez ele alacak kadar halk müziğimiz ile pentatonizmi iç içe gören bestekarın türküleri yeniden yorumlayışında pentatonizm esastır. Türk müziğindeki makamları da bir dizi olarak değil pentatonik bakış açısıyla birer ‘çekirdek’ olarak ele alır.

2009 yılında çıkan “Ahmet Adnan Saygun-Çok Sesli Halk Türküleri” albümü Saygun’un yaptığı derlemeler sonrasında yeniden bestelediği türkülerden oluşan bir seçki olarak, müzikdevriminin nasıl yapılması gerektiği ve bu süreçte halk müziğinden nasıl yararlanılması gerektiğine dair müzikal görüşlerini incelemek için kullanılabilecek kaynaklardan biri. Albüm opus 7, 18 ve 22’nin bir araya getirilmesi sonucunda eşliksiz koro için yazılan türkülerden meydana geliyor ve Karadeniz, Ege, İç Anadolu gibi birden fazla bölgenin türkü dağarcığından besleniyor.

Bir bütün olarak incelediğimizde 18 parçadan oluşan bu albümde baştan sona Saygun’u etkisi altına alan Hıristiyan dini müziğini hissetmek mümkün. Gregoryen ezgilerinden yola çıkılarak kullanılan modal müzik dili, Rönesans ve Barok dönemde aktif olan polifonik yazım ve karşı ezgi tekniği, Gospellerden aşina olunan ve kanon tekniğinin öne çıktığı koro kullanım yöntemi neredeyse tüm parçalarda mevcut.

Sadece bu albümden yola çıkarak bile Saygun’un inici ezgi yapısına olan düşkünlüğü görülebilir. Polifoni ve homofoninin, halk müziği motifleri ile kontrpuan ve armoninin iç içe geçtiği eserlerin seslendirilişinde opera-şan tekniği etkili. Türkülerin orijinal ezgisine sadık kalınsa da çok seslilik uğruna komalardan mümkün olduğunca arındırıldığına, çoğunda türkü formundan çıkarılarak ana ezgilerin daha ziyade birer tema olarak kullanıldığına tanık olmaktayız.

Eserleri ayrı ayrı ve detaylı incelediğimizde halk müziği ile klasik Batı müziği tekniklerinin ustaca iç içe geçirilişini ve işlenişini daha iyi görüyoruz. Elbette on sekiz parçayı birden incelemek okuru sıkmaktan ve dikkat dağınıklığından öteye geçmez. Ancak fikir vermesi açısından bir kaç tanesini mercek altına alabiliriz.

Albümün ilk parçası ‘Sille’ tenor bir sesin nidasıyla başlıyor. Türkülerde sıkça duyduğumuz türden, tek bir sesin haykırışı. Sırasıyla tenor ve bas koronun bu sese katılışının ardından soprano korosu ana ezgiyi duyuruyor. Bu tek sesten çok sese aşamalı geçişin, tek sesli türkü dinlemeye alışık kulaklar için özenle hazırlandığı aşikar. Tüm partiler katılmış ve dinleyiciye çok sesli pastadan bir dilim tattırılmışken bir anda herkes susuyor ve yine tenor sesi duyuyoruz tek başına. Aradaki farkı göstermek istiyor bestekar adeta. Aynı aşamaların ikinci kez uygulanışı ‘türkünün çok sesli olabileceği’ fikrini biraz daha benimsetiyor dinleyiciye. Parça boyunca Barok ve Klasik dönemin favori tekniklerinden biri olan ani piyano-forte geçişleri ile birlikte çeşitli partilerin melodiye giriş çıkışlarını duyuyoruz. 2. dakikadan 2:14’e kadar tempo hızlanarak ilerliyor ve burada bir esle sessizlik hakim oluyor. Arkadaki tenor sesin giderek yükselmiş olması nedeniyle bunun bir final olduğunu düşündürecek kadar uzun, ancak bu fikrimizi onaylamaya yetmeyecek kadar da kısa bir sessizlik. Tüm partilerin uyum içinde yaptığı geniş bir ritardando ile parça sona eriyor. Böylece parça ortasında yapılan pek çok polifoni tekniğinden sonra partiler uzlaştırılarak dinleyici çok tınılı bir tek seslilikle rahata kavuşturuluyor.

‘Sille’den hemen sonra gelen ‘Ak Koyun’da modaliteden faydalanılsa de ezginin orjinaline oldukça sadık kalınışı dikkat çekici. Türkünün yenilenmesinden ziyade Gregoryen ilahilerindeki gibi koroya adaptasyonu denilebilir. İlk 30 saniyede alto partisinden ana ezgiyi dinliyoruz. Tabii heterofonik tek sesli bir giriş olsa da devamındaki süslemelerin mümkün kılınabilmesi için kullanılan en yakın aralık yarım ses. 30. Saniyeden itibaren tıpkı bir ‘cantus firmus’ gibi ana ezgiyi tenor partinin üstlenmesi, devamında da alto ve soprano partileri arasında kullanılan karşı ezgi tekniği Gregoryen ilahi benzetmemizi kuvvetlendiriyor. 1:07’den itibaren Rönesansın gözde tekniklerinden biri olan kanon tekniği ile parça sona eriyor. Kapanışta son sözü açılışı da yapan alto partisi söylüyor.

‘Asker Oldum Piyade’ inici melodi çizgisine sahip türkülerden bir tanesi. Diğer pek çoğunun aksine daha girişten itibaren çok sesli. Biçim itibariyle kilise korosu havasında. Melodi orjinaline oranla oldukça değişse de tam olarak Batı tarzında diyemeyiz. Sopranonun tuttuğu ana ezgi alt partilerde yapılan oynamalara karşın türküden kopmayı engelliyor. Yine kanon tekniğinin yoğun olarak kullanıldığı bir eser.

‘Evlerinin Önü’ albümde az sayıdaki ritmik türkülerden bir tanesi. Bas partinin melodiyi duyurmasının ardından önce bir oktav yukarıdan tenor partisi, ardından da soprano partisi sözü devralıyor. Katmanlı yapıdaki eserin partiler arası küçük taklitleri Gospel korolarını çağrıştırmakta. Ritmik ve melodik yapısı bakımından türkünün orijinalinden tamamiyle kopulmadığı görülüyor. Tüm partiler tek ses haline gelmişken 1:05’te ‘Sille’ parçasındaki gibi bir es karşılıyor dinleyiciyi. Bu kez bir kaç saniye daha uzun oluşu final hissiyatını iyice güçlendirmişken bestekar yine şaşırtıyor bizi. Bas partisinin öncülük ettiği ani bir piyanoya düşüş ve ritardando ile bitiyor parça. Ancak ‘Sille’deki finalin ve parçanın genelinin aksine bu kez oldukça sakin bir bitiş.

Son olarak ‘İzmir Zeybeği’ni inceliyoruz. Minör bir giriş yapan eser zeybeğin maskülenliğini ön plana çıkaracak şekilde bas partisi ile başlıyor ve koro üslubu oldukça sert. 30. Saniyeden itibaren tenor partisinin de katılışı ile majör tona geçiyoruz. Buradan sonrası türkünün aslından oldukça uzak bir şekilde, majör tonun da verdiği etkiyle tam bir marş havasında. Temposu klasik zeybek havalarına göre daha hızlı olan parça Türk halk müziği motiflerinden de arındırılmış durumda. Tüm bunlar dinlediğimiz eserin aslen bir türkü olduğunu unutmamıza neden oluyor.

Albüm sona erdiğinde buradaki çabanın yalnızca var olan türküleri çok sesli hale getirmek olmadığını söyleyebiliriz. Saygun türküleri asıl halleri ile çok sesli hale getirmek yerine türkülerden yola çıkarak adeta yeni eserler ortaya koyar. Bunu yaparken klasik Batı müziğinin yöntemlerini ve Romantik dönem sonrası yenilikçi görüşü izler. Her ne kadar bunları ustalıkla harmanlamış olsa da, tek sesli müziği benimseyen bir halka çok sesli müziği sevdirmeye çalışırken eserlerin orijinallerinden fazla uzaklaşmış olması kendi döneminde halk tarafından özümsenmesine engel olur. Sonuçta toplum için sanat anlayışı ile yola çıkmış öncü bir bestekarın eserleri halkın perspektifinde sanat için sanat kategorisine dahil edilir.